Turgutreis’in en çok Cumartesi günleri kurulan semt pazarını seviyorum. Geldim geleli bir hafta bile sektirmeden düzenli olarak gittim. Gide gele orada kendime göre ablalar ve bacılar edindim doğal olarak. Bir abla var, hangi köyden geldiğini henüz bilmiyorum ama benim geldiğim istikamette hemen pazarın girişindeki köşede kuruyor sergenini. Zaten diğer pazarcılar gibi öyle yüksek ve büyük bir sergeni yok. Yere yaydığı yaşmak boyunda bir örtünün üzerine sığdırabildiği kadar öteberisini yerleştirip onları satıyor. Genelde bildiğim / bilmediğim otlar, o hafta tavuklardan biriktirdiği yumurtalar ve ev yapımı zeytinyağı, içinde pekmez olduğunu sandığım kavanozlar da diziyor. Ha kimi zaman yanıbaşında iki ya da üç saksı da acı biber fidesi oluyor. Beş lira ödeyip ben de almıştım bir saksı. Biberlerimi seviyorum, gerçi acıymışlar, her gören öyle diyor o nedenle tatmadım hiç ama renklerini seyretmek de güzel. Daha önce hiç mor biber görmemiştim. Her gün balkona çıkıp toprağını yokluyorum, suyu azalmışsa suluyorum onu ama kesinlikle koparıp tadına bakmıyorum. Acı biber sevmem diye belirtmeme gerek yok sanırım. Sevenleri de anlamıyorum üstelik. Cayır cayır yanarken nasıl oluyor da tadını alabiliyorlar, hayret doğrusu.
Pazarda o kadar çok çeşit yok aslında, hemen her sergende bir diğerinin aynı sebze ya da meyvelerden var. Fiyatları da üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için geriye seçim yapmak için tek yol kalıyor: Pazarcı. Ben de ufak ufak kendi pazarcılarımı belirlemeye başladım. Girişteki köylü kadın dışında kimseden zeytinyağı almıyorum örneğin. Sonra sağ tarafa doğru bir peynirci var, peynirlerimi yalnızca oradan alıyorum. Peynirciye varmadan iki sergen önce de süt satan bir pazarcı var. Kendi ineklerinden sağdıkları ve hafta boyunca en fazla birkaç litre süt biriktirebildikleri için sabah erken gitmek gerekiyor çünkü ilerleyen saatlerde getirmiş oldukları süt bitmiş oluyor. İstanbul’dayken o kadar deneyip çırpınmama karşın bir türlü yoğurt mayalamayı öğrenememiştim. Buraya geldim geleli mucizevi biçimde yoğurt mayalamaya başladım. Üstelik yoğurdumun tadı da muhteşem oluyor. Bir de anne kız pazarcılar var, birlikte çalışıyorlar. Kurutulmuş ürünler ve genel olarak kuruyemiş satıyorlar. Her hafta onlardan kurutulmuş domates ve ufak bir parça cevizli sucuk alıyorum. Sabahları kahvaltıda reçel ya da benzer tatlı bir ürün yerine ya küçük bir kâse meyve ya da o sucuklardan biraz yiyorum.
Pazara gittiğim zaman gördüğüm her şeyi ama gerçekten her şeyi almaya kalkışıyorum. O nedenle kendimi frenlemek için özel bir uygulama başlattım geçen hafta ve işe de yaradı üstelik. Giderken yanıma hafta boyunca biriken demir paraları alıyorum ve evimin hemen yanında olan bankadan sınırlı miktarda para çekiyorum. Üzerimde başka hiç nakit bulundurmadığımdan, paranın bittiği yerde kuzu kuzu eve dönmeyi öğrendim sonunda. Şu pazarcılar harika insanlar. Süt, zeytinyağı ve benzer sıvı ürünleri pet su şişelerinde satıyorlar. Bir buçuk litrelik şişelere doldurdukları ürünlerin aslında bir buçuk litre olmadığını anlatmaya çalıştım ancak zannedersem o denklemi anlatabilmenin tek yolu özgül ağırlık konusunu öğretmekten geçiyor ve ben hiçbir zaman iyi bir öğretmen olamadım. Neyse, yapılacak bir şey yok. Bugün girişteki köylü abladan yarım litrelik pet şişede zeytinyağı aldım. Litresini yirmi beş liraya satıyor. Dediğine göre soğuk sıkma yöntemiyle hazırlanıyormuş o yağlar. Ona yirmi lira uzattım ve bana para üstü olarak on iki buçuk lira verdi. İlk önce hesap hatası yaptığını ben de anlamadım ancak yine de tuhaf bir huzursuzluk çöktü üstüme. Neyse diğer öteberileri almaya koyuldum. Derken bir anda aklım başıma geldi. Yedi buçuk lira ödemesi gerekiyordu, beş lira fazla ödeme yapmıştı bana. Çantama baktım ve neyse ki son bir beşlik kalmış. Başka hiçbir şeye bakmadan dosdoğru köylü ablanın yanına gittim ve beş lirasını iade ettim. Buraya kadar her şey iyi güzel ancak bunları şu anda yazıyor olmamın nedeni asıl şimdi anlatacaklarımdır. Köylü abla kendisine fazladan ödediği parayı iade etmemden o kadar çok etkilendi ki anlatamam. Önce söylediklerimi anlamaya çalışırcasına gözlerini bana dikti ve ardından beşliği çıkınına yerleştirdi. Sonrası çok tuhaftı gerçekten… Oturduğu yerden ayağa kalktı. Sonra üzerime atılıp bana sımsıkı sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. İki üç hafta öncesinde kızını ya da torununu evlendirmişti. Belli ki bütçesi fena sarsılmış ablanın. Ablacık sakinleşene kadar yerimde kıpırdamadan bekledim. Hatta nefesimi de tutmuş olabilirim. Elbette ben de ona sarıldım. Öylece bir iki dakikamızı sessiz sedasız paylaşmış olduk.
Bu ülkeyi, bu insanları bu hale getiren zihniyetin eseri işte bu sahneler. Hepimiz ‘dışarıdaki’ tutuklularız ve evet, hepimiz artık yaşayan ölüleriz. Beş lira için gözyaşı dökebilecek seviyelere getirdiler bizi. Eserleriyle gurur duysunlar!
Bu ülkeyi, bu insanları bu hale getiren zihniyetin eseri işte bu sahneler. Hepimiz ‘dışarıdaki’ tutuklularız ve evet, hepimiz artık yaşayan ölüleriz. Beş lira için gözyaşı dökebilecek seviyelere getirdiler bizi. Eserleriyle gurur duysunlar!
Eve dönerken kırmızı pazar arabamda aldıklarımdan başka bir demet de ot vardı. O otu bana abla verdi. “Hediyemdir, al bunu” dedi. Utana sıkıla otun adını sordum. Turp otuymuş. Nasıl hazırlandığını da bilmiyorum doğal olarak. Abla bana onu da anlattı çabucak. Haşlayıp üzerine zeytinyağı dökecekmişim. Şu an tencerede haşlanıyor ot. Kulaklığımı taktım. Ezio Bosso benim için Following A Bird adlı bestesini çalıyor. Evin içi turp kokuyor. Ben ağlıyorum.
Zerrin Oktay
2017 sonları
Zerrin Oktay
2017 sonları

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder