17 Haziran 2019 Pazartesi

İnanna



Ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde roman ve öyküleriyle tanınan edebiyatçımız Murat Tuncel’in İnanna adlı romanı, 2006 yılında Varlık Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Romanın ikinci basımı ise 2018 yılında Elfene Dünya Yayıncılık tarafından gerçekleştirildi. Yazarın, destansı bir dille kaleme aldığı bu roman 1800’lerin 1900’lere bağlandığı zamanları anlatıyor. Okur, bu romanın sayfaları arasında gezinirken kendini, bugünün taşrasında halen varlığını sürdürmekte olan sepet atölyelerinden birinde bulabiliyor. Çünkü bu romanı okurken çift başlı bir çalışmayla; biri sarmal, diğeri ise düz hatlarla sarmal döngüyü nakış nakış besleyerek birlikte sağlam bir taban oluşturan, iki kahramanlı, iki öykülü bir anlatımla karşılaşacaktır.

Biri İstanbul merkezli Rum illerinde, diğeri ise Kars ve Erzurum merkezli Şark illerinde geçer. Yazar, çocukluğunu geçirdiği Şark illerinde, romanında sıkça betimlediği o güzelim kır çiçeklerini bizzat kendi çocukluk yıllarından taşıyıp getirmiştir okurun imgelemine. Her birine elleriyle dokunuşunu, kokularını içine sindirişini adeta hissettirir okuyucusuna. Yine doğanın, insanın kanını donduran o şiddetli soğuk rüzgârlarını, dağlık bölgelerin kışlarının amansız tipilerini öyle olağanüstü betimlemeyle aktarmış ki, okuyucu hem tipinin içinde yaşıyor, hem de yaşayanlar kadar üşüme hissine kapılıyor. Roman, bu gerçekçi betimleme yönüyle tam bir kurmaca olmaktan uzaklaşmış gibi görünse de İnanna bizi anlamlı ve bilgili bir edebi kurmacanın içinde yaşatıyor. Gerek tarihi dokunun, gerekse ortam betimlemelerinin ağırlıklı olduğu roman, gerçeklikleriyle olduğu kadar kurmacalarıyla da George Lukas’ın roman kuramlarından biri olan “olabilirlik” ilkesini birebir hayata geçirmiş, ustaca bir çalışmanın ürünü. Okur, bu romanda birbirine çok uzak gibi duran her iki başkarakterin hayat yollarının kesişmesine anlatı içinde tanık olurken, eril dilin en naif haliyle kullanılışıyla da tanışma olanağı bulacaktır.


Murat Tuncel hakkında yazılacak fazla bir şey kalmamış. Çünkü yıllar boyunca kendisini ve yapıtlarını konu olarak seçip kaleme almamış olan bir dergi, gazete ya da edebi neşriyatın bulunduğunu düşünmüyorum. Gerek Türkçe olarak yayınlanan, gerekse Hollandaca, Arapça, Rusça, Lehçe, Bulgarca ve çeşitli Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkelerinin dillerine yapılan çeviriler aracılığıyla, dünyanın farklı ülkelerinde eserleriyle edebiyat dünyasına kendi damgasını vurmayı başarmış bir edebiyatçımız için ne denilebilir ki? Kendisi, yılların deneyim ve birikimleriyle, bizzat kendi zamanı içinde hak ettiği karşılığı alabilmiş olan ender yazarlarımızdandır. Şurası bir gerçek ki tarih boyunca kendi zamanı içinde değil, aramızdan göç edip gittikten hemen sonra bile değil, yıllar, hatta yüzyıllar sonra layık olduğu payeye ulaşabilmiş nice edebiyatçı ve sanatçı gelip geçmiştir hayat yolundan. Yalnızca bu durum bile onun ne kadar özel bir değer olduğunun başlıca göstergesidir.


Destansı üslubuyla Murat Tuncel, yalnızca yetişkin okurların değil, yazmış olduğu, Şakacı Masallar, Tipi, Buluta Binen Uçak, Tullu Kurbağa, Ressamlar Mahallesi Çocukları gibi çeşitli masal, öykü ve romanlarıyla çocukların da gönüllerini ve ufuklarını beslemiştir. 1980’ler boyunca çift meslekli olarak sürdürmüş yaşamını: Öğretmen ve edebiyatçı. Buna daha sonra gazeteciliği de katmış. Öğretmenlik yaptığı yıllarda ilk öykü kitabı yayınlanmış (1981). Öyle anlaşılıyor ki çocuklar için yazma itkisini de öğretmenlik mesleğinden almış olmalı. Yine anlaşılıyor ki 1989 yılında (Hollanda’ya) göç ederken içindeki öğretmeni, gazeteciyi ve yazarı da yanında götürmeyi ihmal etmemiş.

Hollanda’da yayınlanan ilk elektronik edebiyat dergisi Anafilya Edebiyat Dergisi’nin üç kurucusundan biri olmuş. Merhaba Medya gazetesinin editörlüğünü ve Hollanda’da yayın hayatına başlayan birçok dergi ve haftalık gazetenin dil danışmanlığını yapmış olan Murat Tuncel, bir dönem hayata geçirilmiş olan ve Anafilya bünyesinde hazırlanan “Anafilya Çocuk ve Edebiyatçılar Dosyası” adlı ek sunumlar için de yoğun emek katkılarını esirgememiş.

Murat Tuncel’i, gerek edebi üslup ve tekniği, gerekse edebiyata katkıları açısından birkaç satırla özetlemek olası değil. Bu nedenle, eserlerinden İnanna’ya dönmek, en çok da iki başkahramana odaklanmak bence en doğrusu.

Kahramanlardan Şark illerinde yaşamakta olan ‘Küçük Bey’, o dağlık bölgenin ileri gelen beyleri arasında en hatırı sayılır olan Beyreoğlu Yarosman Bey’in oğludur. Yaşanan dönem oldukça karanlık ve belirsizliklerle doludur. Saray yönetimi kendi varlığını korumak pahasına hem Yeniçeri ocaklarını hem de feodal beylik sistemini yerle yeksan etmektedir. Bu nedenle Beyreoğlu Yarosman Bey de saygınlığını ve gücünü korumak adına her zamankinden daha çok çaba harcamak, törelere ve beyliğini ayakta tutan özerk kanunlara daha büyük bir bağlılık göstermek zorundadır. Tam da karmaşanın yaşandığı, civar beylikler arasında yoğun çatışmaların sürdüğü böyle bir dönemde oğlu Küçük Bey, bir Ermeni beyinin kızını kaçırmış, Beyreoğlu Yarosman Bey de ister istemez oğlunu cezalandırmak zorunda kalmıştır. Cezası sürgündür. Yapılan toplantıda beylik meclisi, Küçük Bey’in üç dağ uzağa sürülmesi kararını alır. Küçük Bey, genç olmasına karşın, yıllarını Paris, Bağdat gibi gelişmiş ülkelerin şatafatlı kentlerinde eğitimle geçirmiş, Şark illerinin hırçın dağlarına geri döndükten sonra da babasının sözünden çıkmamış ve kendisine uygun görülen bir Bey kızıyla (Sultana) töre evliliğini yapmıştır. Ne ki bu evliliğin daha ilk günlerinde o Ermeni beyinin kızına (Sümeyla) vurulmuş, aşkına yenik düşerek onu da kaçırmış ve kendine ikinci eş yapmak niyetindedir. Durum bu haldeyken beylik meclisinde alınan karara boyun eğerek iki kadını ve babasının yanlarına kattığı birkaç adamla birlikte üç dağ öteye gitmek için yollara düşer. Yol üstünde verilen molalar ve dost beyliklerdeki konaklamalarla birlikte aylar boyu süren sürgün yollarında, hayatının belki de en katı, en acımasız sınavlarından birini verecek ve sonunda yerleşecekleri topraklara ulaşmayı başaracaktır. Bu yolculuğa toy bir delikanlı olarak çıkan Küçük Bey, yerleşecekleri topraklara olgunlaşmış, yetişkin bir bey olarak varır. Ne ki aşka âşık olan Küçük Bey, yol boyunca karşılaştığı daha nice güzele de kalbinde yer bulacak, hatta İnanna olarak anacağı, göklerin mavisini gözlerinde taşıyan bir güzelle (Asya) daha dünya evine girecektir.

Küçük Bey ile aynı toprakların insanı olan, Bülbülo lakaplı diğer başkahramansa daha çocukluğunun ilk yıllarında anne kucağından zorla koparılıp alınmış ve Rum illerine götürülmüş bir doğu devşirmesidir. Orada, geçici bir aile yanına yerleştirilip ön hazırlık sürecini tamamladıktan sonra yeniçeri olarak yetiştirilmek üzere ocaklardan birine nakledilir. Yıllar süren ocak eğitimi boyunca neredeyse hapis hayatından farksız bir hayat yaşar. Çektiği onca sıkıntı ve acılara karşın en sonunda yeniçeri olmaya adayken ocakları, padişahın yeni ordusu tarafından tarumar edilir. Yeniçeri Bilal (Bülbülo) da oradan kaçarak hayatını kurtarır. Sonrası onun için kaçak bir hayat olacaktır. İşte o pay-i tahttaki kaçaklık günlerinde karar vererek doğduğu topraklara, çocukluğuna dönmeye karar verir. Fakat geri dönmeyi başarsa da, yıllar sonra yüzünü bile hatırlayamadığı annesine kavuşamaz. Buna karşın, o çocukluğunu ve hatıralarını aramaya devam eder. Bülbülo’nun yolu, işte o arayış içindeyken, kır çiçeklerinin süslediği o dağlarda Küçük Bey ile kesişir. Bülbülo, karakter olarak Küçük Bey’in tam zıddıdır. Ne ki zıtlıklar her zaman birbirini çeker. Bülbülo ile Küçük Bey arasında gelişen dostluk da bunun güzel bir örneğidir.

Yazımı Murat Tuncel’in İnanna romanından bir alıntıyla bitirmek en iyisi;

Zelzele olduğu gün, her gün üstüne bastığımız toprağın sahibi olmadığımızı, bizim sahibimizin toprak olduğunu anlamıştım.

İnanna
Zerrin Oktay
KİTAP TANITIMI
t u r n a l a r 87

31 Mart 2019 Pazar

Uçurtma









Dün Turgutreis’in rüzgârlı, güzel bir günüydü. Poyraz olduğunu sandığım rüzgâr hiç aralıksız üflüyor, saçımı öyle bir savuruyordu ki şampuan reklamlarından fırlamış gibiydim. Üstelik evden çıkmadan saçımı taramadığım da hiç belli olmuyordu. Elbette uçurtma uçurmak gibi bir niyetim yoktu ve uçurmadım da. Yalnızca izledim ve bu bile beni savaş gerçeğinden biraz olsun uzaklaştırmaya yetti.


Henüz güne ayılmamış, yarı uykulu gözlerle kahvaltı yapmıştım. Ardından bilgisayarı masaya taşıdım ve bu ay nasıl bir yazı hazırlasam diye ‘kara kara’ düşünüyordum. O anda kapım çaldı. Ev sahibim gelmiş. Bana, banyoda onarılacak bir şey var mı diye sordu. Ben herhangi bir sorun yaşamadığımı söyledim ancak o unutmamış, havlu askısı kırıktı, gidip ölçüsünü aldı ve bitişik komşumun banyosu onarılırken benim banyoya da havlu askısı taktıracağını söyledi. Ne iyi bir ev sahibi bulmuşum diye düşünmeden edemedim. Kürtleri seviyorum. İşte bu kadar! Bitişik komşum da az uykulu görünmüyordu. Buna karşın, üzerinde pijaması olduğu halde ayakkabılarını giymeye çalışıyordu. Selamlaştık ve beni uçurtma uçurmaya davet etti. Bu eve ilk taşındığım gün de, daha sonra adının Ziya olduğunu öğrendiğim arkadaşıyla uçurtma uçurmaya gidiyorlardı ve o zaman da davet etmişti ancak ben geri çevirmek zorunda kalmıştım çünkü evde yapmam gereken bir dolu iş vardı. Bu ikinci daveti geri çevirmek istemedim. Benim de üstümde pijamalarım vardı ancak ben de komşuma uyup hemen botlarımı giyiverdim. Sahile çok yakın oturuyoruz. Acele adımlarla kumsala yürüdük. Kim demiş pijama partileri gece yapılır diye? Sahilde Ziya arkadaşı çoktan havalandırmıştı uçurtmasını. Havadaki uçurtmaya, bir arslan terbiyecisinin ciddiyetiyle manevra yapmayı öğretiyor gibiydi. Belki bana öyle gelmiş olabilir ama yemin ederim sanki uçurtmaya uçmayı öğretiyordu. O anda, iplerin diğer ucuna geçse, uçurtmanın yaptığı manevraları kendisinin de yapabileceğinden hiç kuşku duymadım.


Arkada irice kayalardan dalgakıranla iskele arasında, tam olarak hangisi olduğuna karar veremediğim, yay gibi bir eğimle denize karışan bir uzantı vardı. Denizin yüzünde görünen kayalar giderek seyrekleşiyor ve kavisin sonunda bitiyorlardı. Ancak kavisin kumsala bağlanan kısımlarında sıklaşıyor ve bu halleriyle dalgakırandan çok iskeleyi andırıyorlardı. Tam o sıklaştıkları yerde iki Bodrum yerlisi, biri bir iskemleye oturmuş, diğeri ayakta balık tutuyorlardı. İskemlede oturanla aramda oldukça uzun bir mesafe vardı, bu nedenle onu net olarak göremedim. Belki de gözlerim artık o mesafeleri seçmeme olanak tanımıyordur. Buna karşın ayakta duran balıkçı bir kadındı. Şalvarıyla ve başındaki yemenisiyle, elindeki misinayla o da tıpkı Ziya gibi, balıklara manevra yapmayı öğretiyordu sanki. Kumsalın kenarındaki kaldırım taşına oturdum ve onları izlemeye başladım. Komşum da yanıma oturdu. O anda benim baktığım açı mı farklıydı yoksa yine gözlerimin ihanetine mi uğramıştım bilmiyorum, komşum görüp bana söylemeseydi dikkatimden kaçacak olan inanılmaz bir ayrıntı fark ettim. Ziya’nın, uçurtmayı uçururken bedeninin aldığı biçimle balıkçı kadının balık tutarken aldığı biçim birebir örtüşüyordu. Oysa biri gökyüzünün, diğeriyse denizin arslan terbiyecisiydi. Böyle bir şey nasıl olabilir?


Bu arada belirteyim: Komşumun adı Derya ve arkadaşı Ziya ile sanırım otuz yılı aşkındır tanışıyorlar. İkisi de deniz, tekne ve rüzgâr tutkunu. Uçurtma uçurmayı bunca sevmelerinin nedenini anlamak hiç de zor değil. Aralarında nöbetleşerek belli aralıklarla uçurtmanın iplerini birbirlerine devrettiler. Uçurtmanın uçarken ses çıkarttığını bilmiyordum. Ben de kendi bilgi dağarcığıma bu yeni bilgiyi eklemiş oldum. Vızzz vızz diye sesi çıkıyor yakınımdan geçerken. Derya mizaç olarak gayet uyumlu, sakin ve hoş biri. Bu yorumu yapacak kadar tanışıyoruz artık kendisiyle. İlginç biçimde uçurtmanın havada yaptığı manevralar da tıpkı kendisi gibi sakin ve dingindi. Buna karşın ipler Ziya’nın eline geçince o sakin uçurtma gidiyor, yerine saldırgan, ne zaman hangi yöne döneceği önceden kestirilemeyen, deli fişek bir uçurtma geliyordu.


Biliyorum, bir insanın uçurtma uçurmasına bakarak o kişinin karakter analizini yapmak, kahve falına bakmaktan daha da gülünç olacaktır. Sonuçta Ziya uçurtmalar konusunda daha deneyimli ve Derya henüz onun öğrencisi konumunda ve bu denklemin içinde ben tümden ‘karaktersiz’ durumuna düşerim çünkü hayatım boyunca hiç uçurtma uçurmadım. O ipleri tutmayı bile bilmiyorum.


Birazdan kahvaltı hazırlayacağım. Sonrasında da balkonda kitap okumayı düşünüyorum. Hayat güzel demek geliyor içimden ancak ne yaparsam yapayım bunun ikiyüzlü bir tanımlama olduğunu görmezden gelemiyorum. Çünkü o burukluk yerleşmiş bir kez böğrüme. Çünkü biz burada anın keyfini çıkarırken, hiçbir şey yapmamanın hoşluğunu yaşarken coğrafyanın doğusunda yine kim bilir kaç kişinin yaşamına son verildiğini düşünmeden edemiyorum. Savaş, sınır, üstün ırk saçmalıkları sona ermeden içimdeki bu burukluk da geçmeyecektir. O vakte kadar bekleyeceğim o halde. O günlere bir an önce kavuşmak dileğiyle.

Zerrin Oktay

4 Şubat 2019 Pazartesi

Tatlı Çikolata - Merih Günay








Çağdaş yazarlarımızdan Merih Günay, yeni kitabı Tatlı Çikolata ile yine ve yeniden karşımızda. Kitabını çıkar çıkmaz hemen aldım ve bir solukta okudum. Son derece akıcı ve duru diliyle bir kez daha kalbimizde yer edecek bir esere imzasını atmış bulunuyor. Neyse, geçelim bunları…

Ülkede seksen milyon, dünya genelinde ise yedi milyar dolayında insan yaşıyor. Onca insan arasında benim, yalnızca benim için bambaşka bir anlam taşıyor Merih Günay. Uzun zaman önce bir edebiyat sitesinde editörlük yapıyordum. Günün ilk saatlerini, elektronik posta adresime gönderilen şiir, deneme ya da öyküleri inceleyerek geçiriyordum. Daha sonra da seçtiklerimi yayıma hazırlayıp onları ana sayfada görünecekleri şekilde siteye yüklüyordum. Derken günün birinde Merih Günay’dan bir ileti geldi. Ne ki içinde herhangi bir çalışması bulunmuyordu. Bunun yerine bana, kendisi için çalışmamı teklif etmişti. 

Hitap şeklindeki buyurganlık ve özellikle de takınmış olduğu kararlı tavrıyla dikkatimi çekti. Dürüstçe belirtmeliyim ki hayatım boyunca hiç olmadığım kadar kibirli bir dönemime denk gelmişti. Diğer işlerimi bir kenara bıraktım ve kollarımı sıvayıp kendisine bir yanıt yazdım. Bir edebiyat sevdalısına yanıt yazmak bile benim için olağanüstü bir alçak gönüllülük göstergesiydi. O derece kibirliydim. 

Takip eden günlerde Merih Günay’la iletişimimiz devam etti. Bu arada bir kitap çıkartmak istediğini, kim bilir kimlerin övgüsü üzerine bana başvurduğunu ve benden editörlük hizmeti almak istediğini öğrendim. Edebiyat sitesindeki işim dışında zaten kitap editörlüğü de yapıyordum ve benim için hiç de sıra dışı olmayan bir iş teklifiydi yaptığı ama yaklaşımı sinirlerimi bozuyordu. Tam bir patron gibi görüyordu kendini. O nedenle yüklü bir ön ödeme yapmasını istedim. Hiç itiraz etmeden bana hem istediğim parayı hem de o güne kadar yazmış olduğu öykülerin tümünü toplu halde gönderdi. İyi ki de internet ortamında geçirdik o aşamaları. Gerçek hayattaki karşılığı çok daha nahoş olabilirdi. Sanki çalışmalarını masama, parayı da suratıma fırlatmış gibi hissetmiştim kendimi. Ne ki hayatımdan memnundum, çünkü patronların para kaybetmeyi sevmediklerini biliyordum. Kozlar artık benim elimdeydi. 

Birlikte yaklaşık üç ay çalıştık. Gündüz saatlerinde yine edebiyat sitesiyle ilgili çalışmalarımı sürdürdüğüm için kendisiyle gece saatlerinde bir araya geliyorduk. Yaptığımız çalışmalar hemen her gece birtakım çatışmalarla son buluyordu. Önerilerimi önemsemiyor, her düştüğüm nota kendince bahaneler üretiyor, benimle çalışmıyor, adeta savaşıyordu. Gerçek hayattaki karşılığı çok basitti, o bana taş atıyor, ben de onu oklavayla dövüyordum. İnternet ortamının böyle faydaları da var, neyse ki tüm kavgalarımız sanaldı. Düzelti çalışmalarının kavga kıyametle geçmesine karşın, ilk kitabı olan Pabuçlarımın Yazarı en sonunda ortaya çıktı. 

Pabuçlarımın Yazarı kitabevlerinin raflarında yerini alır almaz, hemen ilk günlerinde, büyük gazetelerden birinde, hakkında yarım sayfalık bir yazı yayımlandı. Yazıyı hazırlayan öykü eleştirmeni aynı zamanda, hatırı sayılır bir üniversitede edebiyat dersleri veriyormuş. O yarım sayfalık yazısında Merih Günay’ı ve kitabını öve öve göklere çıkartmıştı. Hatta hızını alamayıp ilk uçağa atlamış ve Merih’le tanışmak için Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. Ne diyebilirim, o an yazarımla gurur duydum.

Bir bütün olarak kitabın kendisi ve ayrıca içindeki öyküler de çeşitli ödüller aldı sonrasında. İlk kitaptan aldığımız feyizle ikinci ve üçüncü kitapları da birlikte hazırladık. Hiç ve Martıların Düğünü adlı bu iki kitap da ciddi yankılara vesile oldu. Yabancı dil çevirileri, Avrupa baskıları da hemen ardından yer aldı ve Almanya’da, edebiyat üzerine söyleşiler yapan bir radyo programında, özellikle de Martıların Düğünü için yirmi dakikalık bir süre ayrıldı. Her üç kitabının da son derece başarılı olduğu konusunda hiçbir kuşkum yoktu ama doğrusu, ilginin bu kadarını ben bile beklemiyordum. Merih Günay bana radyonun bant kaydını gönderdiğine tüm gün boyunca başa sarıp tekrar tekrar dinledim ve sevincimden ağladım.

O günlerden sonra şaşılası bir şey oldu: Görüşmeye son verdik, hem de ortada hiçbir neden yokken. Öyle zannediyorum ki Merih Günay benim gibi sivri dilli bir editörden, ben de onun gibi her şeye karşı çıkan, inatçı bir yazardan yeterince çekmiştik. Ne yılbaşı, ne doğum günü ne de bir bayram kutlaması yaptık. İkimiz de sanki daha önce hiç karşılaşmamışız gibi davrandık. Anlamak zor gerçekten ama bu yönelim karşılıklıydı, orası kesin. Yıllarca hiç görüşmedik.

Derken bu yakınlarda Merih Günay’dan ilk selamı aldım. Görüşmemiz çok uzun sürmedi. Buna gerek de yoktu zaten. Aradan geçen yıllardan her ikimiz de payımıza düşeni almıştık. Ne bende kibirden ne de Merih’te çokbilmişlikten iz kalmıştı. İkimiz de yeterince olgunlaşmış olmalıyız. Bana, yakında yeni bir kitabının çıkacağını, çıkar çıkmaz adresime göndereceğini söyledi. Belli ki başka bir editörle çalışmıştı. Bu hiç profesyonelce değil, biliyorum ama kendimi biraz ‘aldatılmış’ gibi hissettim. Ne yazık ki bunun internetteki karşılığını bilmiyorum.

İki gün önce beklediğim kargo geldi ve Merih Günay’ın Tatlı Çikolata adlı yeni kitabı şu an okunmuş haliyle yanımda duruyor. Emekli bir öğretmen, mesleklerinde başarıya ulaşan eski öğrencileri için neler hissediyorsa, ben de benzer hisler içindeyim. Kitaplarının çoğalıp dağları aşması dileğiyle.


Zerrin Oktay
25.01.19

Turp Otu




Turgutreis’in en çok Cumartesi günleri kurulan semt pazarını seviyorum. Geldim geleli bir hafta bile sektirmeden düzenli olarak gittim. Gide gele orada kendime göre ablalar ve bacılar edindim doğal olarak. Bir abla var, hangi köyden geldiğini henüz bilmiyorum ama benim geldiğim istikamette hemen pazarın girişindeki köşede kuruyor sergenini. Zaten diğer pazarcılar gibi öyle yüksek ve büyük bir sergeni yok. Yere yaydığı yaşmak boyunda bir örtünün üzerine sığdırabildiği kadar öteberisini yerleştirip onları satıyor. Genelde bildiğim / bilmediğim otlar, o hafta tavuklardan biriktirdiği yumurtalar ve ev yapımı zeytinyağı, içinde pekmez olduğunu sandığım kavanozlar da diziyor. Ha kimi zaman yanıbaşında iki ya da üç saksı da acı biber fidesi oluyor. Beş lira ödeyip ben de almıştım bir saksı. Biberlerimi seviyorum, gerçi acıymışlar, her gören öyle diyor o nedenle tatmadım hiç ama renklerini seyretmek de güzel. Daha önce hiç mor biber görmemiştim. Her gün balkona çıkıp toprağını yokluyorum, suyu azalmışsa suluyorum onu ama kesinlikle koparıp tadına bakmıyorum. Acı biber sevmem diye belirtmeme gerek yok sanırım. Sevenleri de anlamıyorum üstelik. Cayır cayır yanarken nasıl oluyor da tadını alabiliyorlar, hayret doğrusu.


Pazarda o kadar çok çeşit yok aslında, hemen her sergende bir diğerinin aynı sebze ya da meyvelerden var. Fiyatları da üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için geriye seçim yapmak için tek yol kalıyor: Pazarcı. Ben de ufak ufak kendi pazarcılarımı belirlemeye başladım. Girişteki köylü kadın dışında kimseden zeytinyağı almıyorum örneğin. Sonra sağ tarafa doğru bir peynirci var, peynirlerimi yalnızca oradan alıyorum. Peynirciye varmadan iki sergen önce de süt satan bir pazarcı var. Kendi ineklerinden sağdıkları ve hafta boyunca en fazla birkaç litre süt biriktirebildikleri için sabah erken gitmek gerekiyor çünkü ilerleyen saatlerde getirmiş oldukları süt bitmiş oluyor. İstanbul’dayken o kadar deneyip çırpınmama karşın bir türlü yoğurt mayalamayı öğrenememiştim. Buraya geldim geleli mucizevi biçimde yoğurt mayalamaya başladım. Üstelik yoğurdumun tadı da muhteşem oluyor. Bir de anne kız pazarcılar var, birlikte çalışıyorlar. Kurutulmuş ürünler ve genel olarak kuruyemiş satıyorlar. Her hafta onlardan kurutulmuş domates ve ufak bir parça cevizli sucuk alıyorum. Sabahları kahvaltıda reçel ya da benzer tatlı bir ürün yerine ya küçük bir kâse meyve ya da o sucuklardan biraz yiyorum.

Pazara gittiğim zaman gördüğüm her şeyi ama gerçekten her şeyi almaya kalkışıyorum. O nedenle kendimi frenlemek için özel bir uygulama başlattım geçen hafta ve işe de yaradı üstelik. Giderken yanıma hafta boyunca biriken demir paraları alıyorum ve evimin hemen yanında olan bankadan sınırlı miktarda para çekiyorum. Üzerimde başka hiç nakit bulundurmadığımdan, paranın bittiği yerde kuzu kuzu eve dönmeyi öğrendim sonunda. Şu pazarcılar harika insanlar. Süt, zeytinyağı ve benzer sıvı ürünleri pet su şişelerinde satıyorlar. Bir buçuk litrelik şişelere doldurdukları ürünlerin aslında bir buçuk litre olmadığını anlatmaya çalıştım ancak zannedersem o denklemi anlatabilmenin tek yolu özgül ağırlık konusunu öğretmekten geçiyor ve ben hiçbir zaman iyi bir öğretmen olamadım. Neyse, yapılacak bir şey yok. Bugün girişteki köylü abladan yarım litrelik pet şişede zeytinyağı aldım. Litresini yirmi beş liraya satıyor. Dediğine göre soğuk sıkma yöntemiyle hazırlanıyormuş o yağlar. Ona yirmi lira uzattım ve bana para üstü olarak on iki buçuk lira verdi. İlk önce hesap hatası yaptığını ben de anlamadım ancak yine de tuhaf bir huzursuzluk çöktü üstüme. Neyse diğer öteberileri almaya koyuldum. Derken bir anda aklım başıma geldi. Yedi buçuk lira ödemesi gerekiyordu, beş lira fazla ödeme yapmıştı bana. Çantama baktım ve neyse ki son bir beşlik kalmış. Başka hiçbir şeye bakmadan dosdoğru köylü ablanın yanına gittim ve beş lirasını iade ettim. Buraya kadar her şey iyi güzel ancak bunları şu anda yazıyor olmamın nedeni asıl şimdi anlatacaklarımdır. Köylü abla kendisine fazladan ödediği parayı iade etmemden o kadar çok etkilendi ki anlatamam. Önce söylediklerimi anlamaya çalışırcasına gözlerini bana dikti ve ardından beşliği çıkınına yerleştirdi. Sonrası çok tuhaftı gerçekten… Oturduğu yerden ayağa kalktı. Sonra üzerime atılıp bana sımsıkı sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. İki üç hafta öncesinde kızını ya da torununu evlendirmişti. Belli ki bütçesi fena sarsılmış ablanın. Ablacık sakinleşene kadar yerimde kıpırdamadan bekledim. Hatta nefesimi de tutmuş olabilirim. Elbette ben de ona sarıldım. Öylece bir iki dakikamızı sessiz sedasız paylaşmış olduk.

Bu ülkeyi, bu insanları bu hale getiren zihniyetin eseri işte bu sahneler. Hepimiz ‘dışarıdaki’ tutuklularız ve evet, hepimiz artık yaşayan ölüleriz. Beş lira için gözyaşı dökebilecek seviyelere getirdiler bizi. Eserleriyle gurur duysunlar!

Eve dönerken kırmızı pazar arabamda aldıklarımdan başka bir demet de ot vardı. O otu bana abla verdi. “Hediyemdir, al bunu” dedi. Utana sıkıla otun adını sordum. Turp otuymuş. Nasıl hazırlandığını da bilmiyorum doğal olarak. Abla bana onu da anlattı çabucak. Haşlayıp üzerine zeytinyağı dökecekmişim. Şu an tencerede haşlanıyor ot. Kulaklığımı taktım. Ezio Bosso benim için Following A Bird adlı bestesini çalıyor. Evin içi turp kokuyor. Ben ağlıyorum.

Zerrin Oktay
2017 sonları

27 Ocak 2019 Pazar

Axeanocilas - Milorad Pavic









Milorad Pavic (15 Ekim 1929 – 30 Kasım 2009), Sırp yazar, şair, tarihçi… Özgeçmişinde Barok Çağı uzmanı olarak üniversitede XVII, XVIII ve XIX yy. edebiyatı okuttuğu belirtilmiş. Benim kendisiyle tanışmam ölümünden sonraki bir zamana denk gelir. 

Bir yılbaşı gecesi, bir arkadaşımın hediye ettiği, hem de özenle hazırlanmış, süslü püslü bir paketin içindeki kitabıyla girdi hayatıma. Adı Rus Tazısı olan bu öykü kitabını dilimize, değerli yazar ve çevirmen Işık Ergüden aktarmış. Kendisini, Milorad Pavic’in üslubunu bu kadar başarılı bir şekilde yansıttığından dolayı tebrik ederim. Bence çok ama çok iyi bir iş çıkartmış. 

O yılbaşı gecesinden kısa bir zaman sonra sözünü ettiğim arkadaşımla aramıza birtakım düşünce ayrılıkları girdi ve bir daha da görüşmedik. Sırf bu yüzden bana hediye etmiş olduğu bu güzel kitabı da cezalandırmış olabilirim. Ona bir türlü sıra vermediğim için birkaç yıldır ‘okunacak kitaplar’ yığınında bekliyordu. Oysa beni bu kadar etkileyeceğini bilseydim yılbaşı eğlencesinden vazgeçer, hemen o gece okumaya başlardım. 

Eğer müzik diliyle anlatmam gerekseydi Milorad Pavic’in üslubunu Adagio olarak değerlendirirdim. Klasik müzik sevenler bilir, Allegro (hareketli ve neşeli), Andante (orta karar) ve Adagio (ağır) olan eserler için kullanılan genel ölçülerdir. Milorad Pavic, o vakur ve gizem dolu öykülerinde kayda değer yalınlıkta bir anlatım dili kullanmış. 

Kaleme aldığım bu yazının adını, Rus Tazısı adlı kitabındaki öyküler arasında, beni en çok etkilemiş olandan aldım. Sözünü ettiğim bu öykü, Sırbistan’ın Belgrad kentinde geçiyor. Orada belki de bin yıldan beri var olan bir manastırın öyküsü bu. Jitcha Manastırı olarak bilinen bu yapının birden fazla özelliği varmış. Öncelikle, alışılmadık biçimde, bir adı ve bir de soyadı varmış. Jitcha Manastırının soyadı ‘Yedi Kapılı’ymış. Çünkü tam yedi kapısı varmış. Bu da manastırın bir başka özelliğidir. Vaktiyle kralların taç giyme törenleri bu manastırda yapılıyormuş. Her kral için yeni bir kapı açılmış. Daha sonraları Belgrad kentine de Jitcha Manastırı örnek alınarak yedi kapı açılmış. Anlaşılan o ki manastır kapısı, kent kapısı derken zamanla kentliler de bu geleneğe katılmış. Ne ki o kapılar taç giyme törenleri için değil, ölüleri son yolculuklarına uğurlama amacıyla açılıyormuş. Yıllar içinde bu gelenekten vazgeçilmiş olsa da kentteki eski konutların arasında, çok kapılı birkaçına rastlamak mümkün olabilir.

Konuta, her ölen aile bireyi için fazladan bir kapı açmak, bana her ne kadar mantıksız gelmiş olsa da taşıdığı anlam bakımından oldukça etkilendim. Sonuçta her birimiz, bizden önceki kuşakların açmış oldukları kapılardan geçerek yol almıyor muyuz? Uygarlık adına ilerlemenin sembolik bir göstergesi olabilir bu kapılar. Bu açıdan bakınca, yaşam kadar ölüm de anlamlı geliyor insana. Giderken kapımızı ‘açık’ bırakmayı unutmayalım o halde. 


Zerrin Oktay
09.01.19

Horasan Yollarında - Selim Temo



Selim Temo Horasan Kürtleri kitabını hazırlarken çok ama çok uzun bir araştırma sürecinden geçti. Horasan’a gidip hemen her taşın ve ağacın altına bakıp bulduklarını dikkatle inceledi. Selim Temo’nun yapmış olduğu bu son derece meşakkatli araştırmaları nereden bildiğim merak konusu olabilir. Aslında yaklaşık bir buçuk yıl öncesine kadar bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değildim. Derken bir gün sayfasında ‘Horasan Yollarında’ adında bir yazısını paylaştı. Bu yazı gezi notlarını içeriyordu. Dileyen arama motorlarına başvurup bu gezi notlarına kolayca ulaşabilir.

Devamını anlatacağım ancak burada kısa bir ara verip öncelikle Selim Temo ile ilk karşılaşmamı anlatmak istiyorum. Geçmiş bir tarihte KHK ihraçları ile ilgili yeni bir haber daha okuyordum. “Doymamışlar” diye içerleyerek okuduğum bu yeni haberde verilen isimler arasında Selim Temo’nun da ismi vardı. Okudum ve geçtim. Ne ki istem dışı olarak bu ismi tekrar okudum, tekrar ve bir daha ve yeniden… Okuduğum herhangi bir cümle içinde anlamadığım bir sözcük varsa genellikle buna benzer bir tutulma yaşarım. Ne ki bu kez okumakta olduğum bir cümle değil, alt tarafı isim listesiydi. Birkaç tekrardan sonra Selim Temo isminin neden ilgimi çektiğini en sonunda anladım. Onun için açıklama olarak kullandıkları ‘Edebiyat’ ibaresi takılmış meğer gözüme. Eh… Edebiyat denince akan sular işte tam da böyle duruyor. Bunun üzerine onu araştırma isteğine kapıldım ve neler yazıyormuş, neler yapıyormuş, incelemeye başladım. Neyse ki Google bu konuda oldukça cömert davrandı ve karşıma şiirlerini çıkarttı. Dürüst olmam gerekirse ben, evet, şiir okuyorum ama klasik anlamda bir şiir-sever sayılmam. Yani şiir okumak için yanıp tutuşmadım bugüne kadar. Bununla birlikte okuduğum ilk iki ya da üç şiiri de beni bilemeyeceğim zamanlara ve diyarlara götürdü. O günden sonra internetin altını üstüne getirdim. Selim Temo şiirleri avcısı olup çıktım. Bu arada bazı düzyazılarına da denk geldim ve her zaman önceliğim olan üslup konusunda da beni kıskıvrak yakaladı.




Horasan Kürtleri, Selim Temo, Alfa Yayıncılık, 2018.

Benim için üslup her şeyden önce geliyor. En sevdiğim yazarlardan Amin Maalouf da beni en başta üslubuyla büyülemişti. Yirmi yıldan fazladır onun yazıp yayınlattığı her kitabını alıp okumuşumdur. Bugün adını vermeden ve daha önceden okumadığım bir romanından (yok ama neyse) herhangi bir kesit okutsalar üslubundan hemen tanırım onu. Onun gibi çok sevdiğim birkaç yazar var ve sevdiğim tüm yazarların, yazmış ya da yazmakta oldukları hemen her kitaplarını alıp okumaya gayret ederim. Bu beni fanatik yapıyor, farkındayım ama kendimce mazeretim var. Eğer Kathy Bates’in 1990 yapımı ‘Misery’ adlı filmini izleyenler varsa ne demek istediğimi iyi bilirler ve ben o filmi, korku-gerilim türünde olmasına karşın gülerek izlemiştim. Amin Maalouf, kendisini keşfettiğim yirmi küsur yıldan bu yana yaşıyor mu? Yaşıyor. Sağlığı yerinde mi? Yerinde. Demek ki ben zararsız fanatiklerdenmişim, Kathy Bates’in o filmde canlandırdığı sakıncalı türden değil.

Şimdi asıl yazmak istediğim konuya dönebilirim. Selim Temo’nun da kendine özgü ve okuru sarıp sarmalayan bir üslubu var. Daha doğrusu ‘Horasan Yollarında’ adlı gezi notlarını okuyana kadar öyle düşünüyordum. O notları okurken şaşırdım kaldım. Çünkü her zaman alışık olduğum bir çizgide değildi anlatımı. Sanki farklı bir Selim Temo vardı karşımda. O gezi notlarında neşe içinde ve olabildiğince coşkulu bir dil kullanmıştı ama tam da bu dil onu biraz zorlamış gibiydi. Onun neşeli yazılarına alışkın değildim henüz. Bu yüzden yadırgadım. Elbette benim yadırgamış olmam, onun edebiyattaki ustalığından bir şey eksiltmiyor. Sonuçta betimlemesi hiç de kolay olmayan o hüznün en yalın halini kimse onun kadar iyi anlatamıyor belki de.

Zaman içinde o ‘neşeli’ üslupla kaleme aldığı başka yazılarını da okudum ve giderek, çift üsluplu olabileceği fikrine kapıldım. Benim ilk bakışta anlayamadığım başka bir etken olmalıydı işin içinde. Bunun ne olabileceğini saptamam epeyce zamanımı aldı ama sonunda gerçeği görmeyi başardım. Yalnızca Selim Temo değil, tanıdığım, çevremde yaşayan ya da sosyal medyada karşılaştığım tüm Kürt arkadaşlarımda aynı manzarayı gördüm.

Sevincin ve mutluluğun doğası, içinde, o an kendiliğinden ortaya çıkan ve az ya da çok belirgin olan bir şımarıklık payı barındırır. Ben şımarıklık diyorum, dileyen buna haylazlık ya da içimizdeki çocuk da diyebilir. Çünkü sevinçliyken kendimizi her zamankinden daha çok severiz. Bu gayet doğal ve anlaşılır bir durumdur. Bu sevinci, neşeyi yaşayan ve yansıtan kişi, elinde olmadan o şımarıklığı da yansıtmış olur. Kürt insanı o şımarma payını ne çocukken, ne ergenlik döneminde ve ne de yetişkinken hiç tatmamış olmalı. Bu nedenle, evet, sırf bu nedenle onların sevincinde bu olağan şımarıklığın izine hiç rastlamadım. Çünkü hep bir burukluk var içlerinde. Onlara bu güzel ruh halini yaşatmayan, bu küçücük özgürlüğü bile daha en başından çok görüp engellemiş olan sistem – siyasi kanat – toplum üçlüsü bunun hesabını nasıl verecek…

Sanki Selim Temo’yu anlatırken gerçekle bağdaşmayan bir tablo çizmişim. O hiç de asık suratlı biri değildir. Buna, geçen yıl katıldığım bir etkinlikte bizzat tanık oldum. Söyleşi sırasında zaman zaman yaptığı esprilerle salonu kahkahalara boğmuştu. En çok da ben gülmüş olabilirim. Ölmeden önce görmek istediğim iki yer vardı aklımda. Biri Srilanka’da çok ama çok özel bir göl. Belki bir gün o göl hakkında öğrendiklerimi anlatırım. Görmek istediğim ikinci yer de İrlanda’ydı ama artık üçüncü bir yer daha eklendi dilek ağacıma: Tüm halklarıyla birlikte gülebilecek ve sevinçten doğan o minik şımarıklıkların da doyasıya keyfini çıkarabileceğimiz bir diyar olarak kendi topraklarımız. Bunu başarabilecek miyiz? Bence başarabiliriz. Yeter ki isteyelim.

Horasan Kürtleri adlı kitabına gelince… Kendisinin de zaman zaman belirttiği gibi, uzun yıllar ve yoğun emekle ortaya çıkarttı bu eserini. Hak ettiği karşılığı bulacağından ve bol okuru olacağından hiç kuşkum yok.


Zerin Oktay


Gazete Duvar 11 Aralık 2018