Ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde roman ve öyküleriyle tanınan edebiyatçımız Murat Tuncel’in İnanna adlı romanı, 2006 yılında Varlık Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Romanın ikinci basımı ise 2018 yılında Elfene Dünya Yayıncılık tarafından gerçekleştirildi. Yazarın, destansı bir dille kaleme aldığı bu roman 1800’lerin 1900’lere bağlandığı zamanları anlatıyor. Okur, bu romanın sayfaları arasında gezinirken kendini, bugünün taşrasında halen varlığını sürdürmekte olan sepet atölyelerinden birinde bulabiliyor. Çünkü bu romanı okurken çift başlı bir çalışmayla; biri sarmal, diğeri ise düz hatlarla sarmal döngüyü nakış nakış besleyerek birlikte sağlam bir taban oluşturan, iki kahramanlı, iki öykülü bir anlatımla karşılaşacaktır.
Biri İstanbul merkezli Rum illerinde, diğeri ise Kars ve Erzurum merkezli Şark illerinde geçer. Yazar, çocukluğunu geçirdiği Şark illerinde, romanında sıkça betimlediği o güzelim kır çiçeklerini bizzat kendi çocukluk yıllarından taşıyıp getirmiştir okurun imgelemine. Her birine elleriyle dokunuşunu, kokularını içine sindirişini adeta hissettirir okuyucusuna. Yine doğanın, insanın kanını donduran o şiddetli soğuk rüzgârlarını, dağlık bölgelerin kışlarının amansız tipilerini öyle olağanüstü betimlemeyle aktarmış ki, okuyucu hem tipinin içinde yaşıyor, hem de yaşayanlar kadar üşüme hissine kapılıyor. Roman, bu gerçekçi betimleme yönüyle tam bir kurmaca olmaktan uzaklaşmış gibi görünse de İnanna bizi anlamlı ve bilgili bir edebi kurmacanın içinde yaşatıyor. Gerek tarihi dokunun, gerekse ortam betimlemelerinin ağırlıklı olduğu roman, gerçeklikleriyle olduğu kadar kurmacalarıyla da George Lukas’ın roman kuramlarından biri olan “olabilirlik” ilkesini birebir hayata geçirmiş, ustaca bir çalışmanın ürünü. Okur, bu romanda birbirine çok uzak gibi duran her iki başkarakterin hayat yollarının kesişmesine anlatı içinde tanık olurken, eril dilin en naif haliyle kullanılışıyla da tanışma olanağı bulacaktır.
Murat Tuncel hakkında yazılacak fazla bir şey kalmamış. Çünkü yıllar boyunca kendisini ve yapıtlarını konu olarak seçip kaleme almamış olan bir dergi, gazete ya da edebi neşriyatın bulunduğunu düşünmüyorum. Gerek Türkçe olarak yayınlanan, gerekse Hollandaca, Arapça, Rusça, Lehçe, Bulgarca ve çeşitli Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkelerinin dillerine yapılan çeviriler aracılığıyla, dünyanın farklı ülkelerinde eserleriyle edebiyat dünyasına kendi damgasını vurmayı başarmış bir edebiyatçımız için ne denilebilir ki? Kendisi, yılların deneyim ve birikimleriyle, bizzat kendi zamanı içinde hak ettiği karşılığı alabilmiş olan ender yazarlarımızdandır. Şurası bir gerçek ki tarih boyunca kendi zamanı içinde değil, aramızdan göç edip gittikten hemen sonra bile değil, yıllar, hatta yüzyıllar sonra layık olduğu payeye ulaşabilmiş nice edebiyatçı ve sanatçı gelip geçmiştir hayat yolundan. Yalnızca bu durum bile onun ne kadar özel bir değer olduğunun başlıca göstergesidir.
Destansı üslubuyla Murat Tuncel, yalnızca yetişkin okurların değil, yazmış olduğu, Şakacı Masallar, Tipi, Buluta Binen Uçak, Tullu Kurbağa, Ressamlar Mahallesi Çocukları gibi çeşitli masal, öykü ve romanlarıyla çocukların da gönüllerini ve ufuklarını beslemiştir. 1980’ler boyunca çift meslekli olarak sürdürmüş yaşamını: Öğretmen ve edebiyatçı. Buna daha sonra gazeteciliği de katmış. Öğretmenlik yaptığı yıllarda ilk öykü kitabı yayınlanmış (1981). Öyle anlaşılıyor ki çocuklar için yazma itkisini de öğretmenlik mesleğinden almış olmalı. Yine anlaşılıyor ki 1989 yılında (Hollanda’ya) göç ederken içindeki öğretmeni, gazeteciyi ve yazarı da yanında götürmeyi ihmal etmemiş.
Hollanda’da yayınlanan ilk elektronik edebiyat dergisi Anafilya Edebiyat Dergisi’nin üç kurucusundan biri olmuş. Merhaba Medya gazetesinin editörlüğünü ve Hollanda’da yayın hayatına başlayan birçok dergi ve haftalık gazetenin dil danışmanlığını yapmış olan Murat Tuncel, bir dönem hayata geçirilmiş olan ve Anafilya bünyesinde hazırlanan “Anafilya Çocuk ve Edebiyatçılar Dosyası” adlı ek sunumlar için de yoğun emek katkılarını esirgememiş.
Murat Tuncel’i, gerek edebi üslup ve tekniği, gerekse edebiyata katkıları açısından birkaç satırla özetlemek olası değil. Bu nedenle, eserlerinden İnanna’ya dönmek, en çok da iki başkahramana odaklanmak bence en doğrusu.
Kahramanlardan Şark illerinde yaşamakta olan ‘Küçük Bey’, o dağlık bölgenin ileri gelen beyleri arasında en hatırı sayılır olan Beyreoğlu Yarosman Bey’in oğludur. Yaşanan dönem oldukça karanlık ve belirsizliklerle doludur. Saray yönetimi kendi varlığını korumak pahasına hem Yeniçeri ocaklarını hem de feodal beylik sistemini yerle yeksan etmektedir. Bu nedenle Beyreoğlu Yarosman Bey de saygınlığını ve gücünü korumak adına her zamankinden daha çok çaba harcamak, törelere ve beyliğini ayakta tutan özerk kanunlara daha büyük bir bağlılık göstermek zorundadır. Tam da karmaşanın yaşandığı, civar beylikler arasında yoğun çatışmaların sürdüğü böyle bir dönemde oğlu Küçük Bey, bir Ermeni beyinin kızını kaçırmış, Beyreoğlu Yarosman Bey de ister istemez oğlunu cezalandırmak zorunda kalmıştır. Cezası sürgündür. Yapılan toplantıda beylik meclisi, Küçük Bey’in üç dağ uzağa sürülmesi kararını alır. Küçük Bey, genç olmasına karşın, yıllarını Paris, Bağdat gibi gelişmiş ülkelerin şatafatlı kentlerinde eğitimle geçirmiş, Şark illerinin hırçın dağlarına geri döndükten sonra da babasının sözünden çıkmamış ve kendisine uygun görülen bir Bey kızıyla (Sultana) töre evliliğini yapmıştır. Ne ki bu evliliğin daha ilk günlerinde o Ermeni beyinin kızına (Sümeyla) vurulmuş, aşkına yenik düşerek onu da kaçırmış ve kendine ikinci eş yapmak niyetindedir. Durum bu haldeyken beylik meclisinde alınan karara boyun eğerek iki kadını ve babasının yanlarına kattığı birkaç adamla birlikte üç dağ öteye gitmek için yollara düşer. Yol üstünde verilen molalar ve dost beyliklerdeki konaklamalarla birlikte aylar boyu süren sürgün yollarında, hayatının belki de en katı, en acımasız sınavlarından birini verecek ve sonunda yerleşecekleri topraklara ulaşmayı başaracaktır. Bu yolculuğa toy bir delikanlı olarak çıkan Küçük Bey, yerleşecekleri topraklara olgunlaşmış, yetişkin bir bey olarak varır. Ne ki aşka âşık olan Küçük Bey, yol boyunca karşılaştığı daha nice güzele de kalbinde yer bulacak, hatta İnanna olarak anacağı, göklerin mavisini gözlerinde taşıyan bir güzelle (Asya) daha dünya evine girecektir.
Küçük Bey ile aynı toprakların insanı olan, Bülbülo lakaplı diğer başkahramansa daha çocukluğunun ilk yıllarında anne kucağından zorla koparılıp alınmış ve Rum illerine götürülmüş bir doğu devşirmesidir. Orada, geçici bir aile yanına yerleştirilip ön hazırlık sürecini tamamladıktan sonra yeniçeri olarak yetiştirilmek üzere ocaklardan birine nakledilir. Yıllar süren ocak eğitimi boyunca neredeyse hapis hayatından farksız bir hayat yaşar. Çektiği onca sıkıntı ve acılara karşın en sonunda yeniçeri olmaya adayken ocakları, padişahın yeni ordusu tarafından tarumar edilir. Yeniçeri Bilal (Bülbülo) da oradan kaçarak hayatını kurtarır. Sonrası onun için kaçak bir hayat olacaktır. İşte o pay-i tahttaki kaçaklık günlerinde karar vererek doğduğu topraklara, çocukluğuna dönmeye karar verir. Fakat geri dönmeyi başarsa da, yıllar sonra yüzünü bile hatırlayamadığı annesine kavuşamaz. Buna karşın, o çocukluğunu ve hatıralarını aramaya devam eder. Bülbülo’nun yolu, işte o arayış içindeyken, kır çiçeklerinin süslediği o dağlarda Küçük Bey ile kesişir. Bülbülo, karakter olarak Küçük Bey’in tam zıddıdır. Ne ki zıtlıklar her zaman birbirini çeker. Bülbülo ile Küçük Bey arasında gelişen dostluk da bunun güzel bir örneğidir.
Yazımı Murat Tuncel’in İnanna romanından bir alıntıyla bitirmek en iyisi;
“Zelzele olduğu gün, her gün üstüne bastığımız toprağın sahibi olmadığımızı, bizim sahibimizin toprak olduğunu anlamıştım.”
Zerrin Oktay
KİTAP TANITIMI
t u r n a l a r 87