4 Şubat 2019 Pazartesi

Tatlı Çikolata - Merih Günay








Çağdaş yazarlarımızdan Merih Günay, yeni kitabı Tatlı Çikolata ile yine ve yeniden karşımızda. Kitabını çıkar çıkmaz hemen aldım ve bir solukta okudum. Son derece akıcı ve duru diliyle bir kez daha kalbimizde yer edecek bir esere imzasını atmış bulunuyor. Neyse, geçelim bunları…

Ülkede seksen milyon, dünya genelinde ise yedi milyar dolayında insan yaşıyor. Onca insan arasında benim, yalnızca benim için bambaşka bir anlam taşıyor Merih Günay. Uzun zaman önce bir edebiyat sitesinde editörlük yapıyordum. Günün ilk saatlerini, elektronik posta adresime gönderilen şiir, deneme ya da öyküleri inceleyerek geçiriyordum. Daha sonra da seçtiklerimi yayıma hazırlayıp onları ana sayfada görünecekleri şekilde siteye yüklüyordum. Derken günün birinde Merih Günay’dan bir ileti geldi. Ne ki içinde herhangi bir çalışması bulunmuyordu. Bunun yerine bana, kendisi için çalışmamı teklif etmişti. 

Hitap şeklindeki buyurganlık ve özellikle de takınmış olduğu kararlı tavrıyla dikkatimi çekti. Dürüstçe belirtmeliyim ki hayatım boyunca hiç olmadığım kadar kibirli bir dönemime denk gelmişti. Diğer işlerimi bir kenara bıraktım ve kollarımı sıvayıp kendisine bir yanıt yazdım. Bir edebiyat sevdalısına yanıt yazmak bile benim için olağanüstü bir alçak gönüllülük göstergesiydi. O derece kibirliydim. 

Takip eden günlerde Merih Günay’la iletişimimiz devam etti. Bu arada bir kitap çıkartmak istediğini, kim bilir kimlerin övgüsü üzerine bana başvurduğunu ve benden editörlük hizmeti almak istediğini öğrendim. Edebiyat sitesindeki işim dışında zaten kitap editörlüğü de yapıyordum ve benim için hiç de sıra dışı olmayan bir iş teklifiydi yaptığı ama yaklaşımı sinirlerimi bozuyordu. Tam bir patron gibi görüyordu kendini. O nedenle yüklü bir ön ödeme yapmasını istedim. Hiç itiraz etmeden bana hem istediğim parayı hem de o güne kadar yazmış olduğu öykülerin tümünü toplu halde gönderdi. İyi ki de internet ortamında geçirdik o aşamaları. Gerçek hayattaki karşılığı çok daha nahoş olabilirdi. Sanki çalışmalarını masama, parayı da suratıma fırlatmış gibi hissetmiştim kendimi. Ne ki hayatımdan memnundum, çünkü patronların para kaybetmeyi sevmediklerini biliyordum. Kozlar artık benim elimdeydi. 

Birlikte yaklaşık üç ay çalıştık. Gündüz saatlerinde yine edebiyat sitesiyle ilgili çalışmalarımı sürdürdüğüm için kendisiyle gece saatlerinde bir araya geliyorduk. Yaptığımız çalışmalar hemen her gece birtakım çatışmalarla son buluyordu. Önerilerimi önemsemiyor, her düştüğüm nota kendince bahaneler üretiyor, benimle çalışmıyor, adeta savaşıyordu. Gerçek hayattaki karşılığı çok basitti, o bana taş atıyor, ben de onu oklavayla dövüyordum. İnternet ortamının böyle faydaları da var, neyse ki tüm kavgalarımız sanaldı. Düzelti çalışmalarının kavga kıyametle geçmesine karşın, ilk kitabı olan Pabuçlarımın Yazarı en sonunda ortaya çıktı. 

Pabuçlarımın Yazarı kitabevlerinin raflarında yerini alır almaz, hemen ilk günlerinde, büyük gazetelerden birinde, hakkında yarım sayfalık bir yazı yayımlandı. Yazıyı hazırlayan öykü eleştirmeni aynı zamanda, hatırı sayılır bir üniversitede edebiyat dersleri veriyormuş. O yarım sayfalık yazısında Merih Günay’ı ve kitabını öve öve göklere çıkartmıştı. Hatta hızını alamayıp ilk uçağa atlamış ve Merih’le tanışmak için Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. Ne diyebilirim, o an yazarımla gurur duydum.

Bir bütün olarak kitabın kendisi ve ayrıca içindeki öyküler de çeşitli ödüller aldı sonrasında. İlk kitaptan aldığımız feyizle ikinci ve üçüncü kitapları da birlikte hazırladık. Hiç ve Martıların Düğünü adlı bu iki kitap da ciddi yankılara vesile oldu. Yabancı dil çevirileri, Avrupa baskıları da hemen ardından yer aldı ve Almanya’da, edebiyat üzerine söyleşiler yapan bir radyo programında, özellikle de Martıların Düğünü için yirmi dakikalık bir süre ayrıldı. Her üç kitabının da son derece başarılı olduğu konusunda hiçbir kuşkum yoktu ama doğrusu, ilginin bu kadarını ben bile beklemiyordum. Merih Günay bana radyonun bant kaydını gönderdiğine tüm gün boyunca başa sarıp tekrar tekrar dinledim ve sevincimden ağladım.

O günlerden sonra şaşılası bir şey oldu: Görüşmeye son verdik, hem de ortada hiçbir neden yokken. Öyle zannediyorum ki Merih Günay benim gibi sivri dilli bir editörden, ben de onun gibi her şeye karşı çıkan, inatçı bir yazardan yeterince çekmiştik. Ne yılbaşı, ne doğum günü ne de bir bayram kutlaması yaptık. İkimiz de sanki daha önce hiç karşılaşmamışız gibi davrandık. Anlamak zor gerçekten ama bu yönelim karşılıklıydı, orası kesin. Yıllarca hiç görüşmedik.

Derken bu yakınlarda Merih Günay’dan ilk selamı aldım. Görüşmemiz çok uzun sürmedi. Buna gerek de yoktu zaten. Aradan geçen yıllardan her ikimiz de payımıza düşeni almıştık. Ne bende kibirden ne de Merih’te çokbilmişlikten iz kalmıştı. İkimiz de yeterince olgunlaşmış olmalıyız. Bana, yakında yeni bir kitabının çıkacağını, çıkar çıkmaz adresime göndereceğini söyledi. Belli ki başka bir editörle çalışmıştı. Bu hiç profesyonelce değil, biliyorum ama kendimi biraz ‘aldatılmış’ gibi hissettim. Ne yazık ki bunun internetteki karşılığını bilmiyorum.

İki gün önce beklediğim kargo geldi ve Merih Günay’ın Tatlı Çikolata adlı yeni kitabı şu an okunmuş haliyle yanımda duruyor. Emekli bir öğretmen, mesleklerinde başarıya ulaşan eski öğrencileri için neler hissediyorsa, ben de benzer hisler içindeyim. Kitaplarının çoğalıp dağları aşması dileğiyle.


Zerrin Oktay
25.01.19

Turp Otu




Turgutreis’in en çok Cumartesi günleri kurulan semt pazarını seviyorum. Geldim geleli bir hafta bile sektirmeden düzenli olarak gittim. Gide gele orada kendime göre ablalar ve bacılar edindim doğal olarak. Bir abla var, hangi köyden geldiğini henüz bilmiyorum ama benim geldiğim istikamette hemen pazarın girişindeki köşede kuruyor sergenini. Zaten diğer pazarcılar gibi öyle yüksek ve büyük bir sergeni yok. Yere yaydığı yaşmak boyunda bir örtünün üzerine sığdırabildiği kadar öteberisini yerleştirip onları satıyor. Genelde bildiğim / bilmediğim otlar, o hafta tavuklardan biriktirdiği yumurtalar ve ev yapımı zeytinyağı, içinde pekmez olduğunu sandığım kavanozlar da diziyor. Ha kimi zaman yanıbaşında iki ya da üç saksı da acı biber fidesi oluyor. Beş lira ödeyip ben de almıştım bir saksı. Biberlerimi seviyorum, gerçi acıymışlar, her gören öyle diyor o nedenle tatmadım hiç ama renklerini seyretmek de güzel. Daha önce hiç mor biber görmemiştim. Her gün balkona çıkıp toprağını yokluyorum, suyu azalmışsa suluyorum onu ama kesinlikle koparıp tadına bakmıyorum. Acı biber sevmem diye belirtmeme gerek yok sanırım. Sevenleri de anlamıyorum üstelik. Cayır cayır yanarken nasıl oluyor da tadını alabiliyorlar, hayret doğrusu.


Pazarda o kadar çok çeşit yok aslında, hemen her sergende bir diğerinin aynı sebze ya da meyvelerden var. Fiyatları da üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için geriye seçim yapmak için tek yol kalıyor: Pazarcı. Ben de ufak ufak kendi pazarcılarımı belirlemeye başladım. Girişteki köylü kadın dışında kimseden zeytinyağı almıyorum örneğin. Sonra sağ tarafa doğru bir peynirci var, peynirlerimi yalnızca oradan alıyorum. Peynirciye varmadan iki sergen önce de süt satan bir pazarcı var. Kendi ineklerinden sağdıkları ve hafta boyunca en fazla birkaç litre süt biriktirebildikleri için sabah erken gitmek gerekiyor çünkü ilerleyen saatlerde getirmiş oldukları süt bitmiş oluyor. İstanbul’dayken o kadar deneyip çırpınmama karşın bir türlü yoğurt mayalamayı öğrenememiştim. Buraya geldim geleli mucizevi biçimde yoğurt mayalamaya başladım. Üstelik yoğurdumun tadı da muhteşem oluyor. Bir de anne kız pazarcılar var, birlikte çalışıyorlar. Kurutulmuş ürünler ve genel olarak kuruyemiş satıyorlar. Her hafta onlardan kurutulmuş domates ve ufak bir parça cevizli sucuk alıyorum. Sabahları kahvaltıda reçel ya da benzer tatlı bir ürün yerine ya küçük bir kâse meyve ya da o sucuklardan biraz yiyorum.

Pazara gittiğim zaman gördüğüm her şeyi ama gerçekten her şeyi almaya kalkışıyorum. O nedenle kendimi frenlemek için özel bir uygulama başlattım geçen hafta ve işe de yaradı üstelik. Giderken yanıma hafta boyunca biriken demir paraları alıyorum ve evimin hemen yanında olan bankadan sınırlı miktarda para çekiyorum. Üzerimde başka hiç nakit bulundurmadığımdan, paranın bittiği yerde kuzu kuzu eve dönmeyi öğrendim sonunda. Şu pazarcılar harika insanlar. Süt, zeytinyağı ve benzer sıvı ürünleri pet su şişelerinde satıyorlar. Bir buçuk litrelik şişelere doldurdukları ürünlerin aslında bir buçuk litre olmadığını anlatmaya çalıştım ancak zannedersem o denklemi anlatabilmenin tek yolu özgül ağırlık konusunu öğretmekten geçiyor ve ben hiçbir zaman iyi bir öğretmen olamadım. Neyse, yapılacak bir şey yok. Bugün girişteki köylü abladan yarım litrelik pet şişede zeytinyağı aldım. Litresini yirmi beş liraya satıyor. Dediğine göre soğuk sıkma yöntemiyle hazırlanıyormuş o yağlar. Ona yirmi lira uzattım ve bana para üstü olarak on iki buçuk lira verdi. İlk önce hesap hatası yaptığını ben de anlamadım ancak yine de tuhaf bir huzursuzluk çöktü üstüme. Neyse diğer öteberileri almaya koyuldum. Derken bir anda aklım başıma geldi. Yedi buçuk lira ödemesi gerekiyordu, beş lira fazla ödeme yapmıştı bana. Çantama baktım ve neyse ki son bir beşlik kalmış. Başka hiçbir şeye bakmadan dosdoğru köylü ablanın yanına gittim ve beş lirasını iade ettim. Buraya kadar her şey iyi güzel ancak bunları şu anda yazıyor olmamın nedeni asıl şimdi anlatacaklarımdır. Köylü abla kendisine fazladan ödediği parayı iade etmemden o kadar çok etkilendi ki anlatamam. Önce söylediklerimi anlamaya çalışırcasına gözlerini bana dikti ve ardından beşliği çıkınına yerleştirdi. Sonrası çok tuhaftı gerçekten… Oturduğu yerden ayağa kalktı. Sonra üzerime atılıp bana sımsıkı sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. İki üç hafta öncesinde kızını ya da torununu evlendirmişti. Belli ki bütçesi fena sarsılmış ablanın. Ablacık sakinleşene kadar yerimde kıpırdamadan bekledim. Hatta nefesimi de tutmuş olabilirim. Elbette ben de ona sarıldım. Öylece bir iki dakikamızı sessiz sedasız paylaşmış olduk.

Bu ülkeyi, bu insanları bu hale getiren zihniyetin eseri işte bu sahneler. Hepimiz ‘dışarıdaki’ tutuklularız ve evet, hepimiz artık yaşayan ölüleriz. Beş lira için gözyaşı dökebilecek seviyelere getirdiler bizi. Eserleriyle gurur duysunlar!

Eve dönerken kırmızı pazar arabamda aldıklarımdan başka bir demet de ot vardı. O otu bana abla verdi. “Hediyemdir, al bunu” dedi. Utana sıkıla otun adını sordum. Turp otuymuş. Nasıl hazırlandığını da bilmiyorum doğal olarak. Abla bana onu da anlattı çabucak. Haşlayıp üzerine zeytinyağı dökecekmişim. Şu an tencerede haşlanıyor ot. Kulaklığımı taktım. Ezio Bosso benim için Following A Bird adlı bestesini çalıyor. Evin içi turp kokuyor. Ben ağlıyorum.

Zerrin Oktay
2017 sonları